ODM
Optimum denge modeli hayatla nasıl başa çıkılır sorusunun cevabıdır.
Hayatla nasıl başa çıkılır sorusunun cevabı ise hayatı doğru anlamaktan ve kendimizi doğru anlamaktan geçer.
Hayata ait kapsamlı bir model olan ODM, Bilmek-Yapa-Bilmek-Olmak alt başlıklarında toplanmıştır.
ODM bir takım temel modellere dayanır. Sağlıkta, psikoterapide, iş dünyasında akla gelebilecek her yerde kullanılabilir. Çünkü insanın işin içinde olduğu her yerde optimum denge modelinin yöntemlerine ihtiyaç vardır.
Temel model teori ve pratiği birleştirmek üzere kuruludur. Teorik olarak sistem düşüncesi ve sibernetiği esas almıştır. Sibernatik temelde doğanın modellenmesi demektir. Sistem düşüncesi ise olaylara sistem olarak bakmayı gerektirir. Pratikte ise Milton Erikson esas alınmıştır. Optimum denge modeli ise bu ikisi arasında bağlantıyı kurmayı esas alır. Çünkü sistem düşüncesi ve sibernatik her şeye matematik olarak bakar . Erikson ise her bireye tek ve ayrı olarak bakar.
ODM her durumda sonuç alabilen , bunu açıklayan ve bunun arkasındaki matematiği ortaya koyan bir sistem oluşturulma isteği üzerine oluşturulmuştur.
2004 yılında ortaya çıkmıştır ancak içini doldurmak ve eğitim verme düzeyine getirme 2011 yılına dayanmaktadır.
DOĞAL VE DÜZENLEYİCİ SİSTEM
ODM’ye göre bazı modeller vardır.
Bunlardan ilki, genel anlamda içinde bulunduğumuz çevre ile ilişkimizi anlatmayı hedefler ve Doğal ve Düzenleyici sistemleri içerir.
Biz doğal sistem bir içinde yaşıyoruz. Biyolojik çevre, aile, iş dünyası gibi çevrelerimiz vardır. Bunların her biri farklı özellikleri içinde barındıran doğal sistemlerdir.
Bu doğal sistemlerle başa çıkabilmek için ise bir düzenleyici sisteme ihtiyacımız vardır. Düzenleyici sistem ise ya doğal sisteme uyum sağlamayı ya da doğal sistemi düzene sokmaya çalışan yapıdır. Biz buna kimliklerimiz deriz. Her doğal sistem için ayrı ayrı kimliklerimiz vardır.
Örneğin doğal sistem aile ise sizin kimliğiniz eş, kardeş, anne olabilir veya doğal sistem sosyal yaşam ise sizin düzenleyici sistemleriniz arkadaş, taraftar, vatandaş, öğrenci, sporcu kimliği olabilir.
Bu kimlikler içinde bulunduğu doğal sisteme ya uyum sağlamak zorunda ya da o doğal sistemi düzene sokmayı öğrenmek durumundadır.
Bunu iyi yaparsak o kimlikler uyumlu oluyor ve biz buna mutluluk diyoruz, bunu iyi yapamazsak uyumsuzluk oluyor ve bu durum mutsuzluk olarak karşımıza çıkıyor.
İçinde bulunduğumuz doğal sistemden gelen verileri algılayabilmemiz, bunları doğru anlamlandırabilmemiz, anlamlandırdıktan sonra buna uyum sağlamamız ya da düzene sokmak için gereken yetenekleri oluşturmamız ve gerekli davranışlarda bulunarak iki sistem arasında denge oluşturmamız gerekiyor.
İçinde bulunduğumuz doğal sistemden gelen verileri algılayabilmemiz, bunları doğru anlamlandırabilmemiz, anlamlandırdıktan sonra buna uyum sağlamamız ya da düzene sokmak için gereken yetenekleri oluşturmamız ve gerekli davranışlarda bulunarak iki sistem arasında denge oluşturmamız gerekiyor.
Her kimlik ayrı fonksiyonları yerine getirmek için vardır.
Doğal sistemin en temel dinamiği düzen ve düzensizlik üzerine kurulu olmasıdır.
Düzenleyici sistem ise uyum ve uyumsuzluk üzerine kuruludur.
Doğal sistemler içinde bulunduğumuz çevreyi anlatır. Örneğin doğa, ailemiz, iş yaşamımız, sosyal yaşamımız birer doğal sistemdir.
İnsan biyolojik, toplumsal ve psikolojik bir varlıktır. Fiziksel çevreye uyum sağlamak için milyonlarca yıllık bir evrim serüveninden geçtik. Buna ‘’ biyolojik evrim’’ diyoruz. Toplumsal çevreye uyum sağlamayı ise kültür aracılığı ile nesilden nesile öğreniyoruz. Buna da ‘’kültürel evrim’’ deniyor. Ve bir de ‘’ psikolojik evrim’’ var. Bu ikisini bağdaştırmaya çalışan ve bireyin kendi içinde olan.
Doğal sistemlerde, çevre boyutunu anlamak hayatı anlamaktır. Çevre boyutunu anlamak ise sistemleri anlamaktan geçer. Yani sistem özelliklerini, sistem davranışlarını ve sistem prototiplerini anlamayı gerektirir. Özetle tehdit ve fırsatları , kısıtlama ve kaynakları, değişim ve dengeyi, düzen ve düzensizliği anlamamızı sağlayacak şey sistemleri anlamaktır. Asıl önemlisi kendimizin, düşüncelerimizin, problemlerimizin, çözümlerimizin de birer sistem olduğunu görmektir.
Doğal sistemler aslında hayatın içinde kendine bakmaktır. Bu da iki şekilde gerçekleşir. Tehdit ve fırsat olarak bakmak dışa bakmaktır. Fonksiyonları görmemizi sağlar. Kısıtlama ve kaynak olarak bakmak ise içe dönük bakmaktır. Duyguları ön plana çıkarır.
Davranışlarımızın altında duygu ve düşüncelerimiz yatar.. Peki duyguların ve düşüncelerin altında ne yatar? Yetenekler, anlamlar, alışkanlıklar, düşünme kalıpları, ruh hali, duygular, dürtüler, değerler, kimlikler… Tüm bunlar birer dengeleyici döngü, birer düzenleyici sistemdir.
ODM’de iki temel katman vardır. İlki çevre boyutudur ki burada düzen ve düzensizlik vardır ve bu da fırsat, tehdit ve kaynakları yaratır . Biz buna doğal sistem diyoruz.
İkincisi ise bir ‘’düzenleyici sistem’’ olan kimliklerimiz ya da onu oluşturan ‘’ anlam ve ruh hali “ katmanıdır. Bunun etkinliği de uyum ve uyumsuzluğu belirler. Bu anlam-ruh hali katmanı bir şekilde ‘’zihin-beden’’ , “akıl-duygu’’ , ‘’bilmek-yapmak’’ ya da sadece ‘’zihinsel haritamız’’ şeklinde ifade edilebilir. Anlam-ruh hali boyutu tüm zihin ve bedenimizi oluşturur. Her çevre için ayrı bir kimlik etrafında organize olmuş durumdayız. Biyolojik anlamda bedenimiz ve onu oluşturan alt sistemler, psiko-sosyal anlamdaysa kişiliğimiz ve onu oluşturan kimliklerimizdir. Kendi kendini düzenleyen sistemler ya da insan yapısı sistemler birer düzenleyici sistem olabilir. Düzenleyici sistemler rastgele hareket eden kaynakları organize ederek onları belli bir amaca doğru yönlendirir. Uyum için dışımızdaki sisteme uygun davranışlar ve bunun için de ‘’ düzenleyici sistemler’’ geliştirmemiz gerekir. Örneğin şirketler düzenleyici sistemlerdir. Bireysel bazda en gelişmiş düzenleyici sistem insan zihnidir.
Düzenleyici sistem, ya kendisini doğal sisteme uygun hale getirmeye çalışır ya da doğal sistemi kendine göre düzenler. Yani ya hayatın akışına kendimizi bırakıp uyum sağlarız ya da kendi isteklerimize göre çevremizi değiştirmeye çalışırız.
Her sistemin bir düzenleyici sistemi vardır. Bu düzenleyici sistem o sistemin hangi eşikler arasında dengede olacağını belirler ve sistem denge dışına çıktığında neler yapılacağını söyler. Bunlar sistemin işleyişi ile ilgili bir takım kurallar ve kriterlerdir. Bu düzenleyici kurallar sisteme makul bir aralıkta hareket etme imkanı vermelidir.
Düzenleyici kurallar ve kriterler dengelenen sistemden çok katı veya fazlaysa sistem düzende olur ama bu aşırı bir düzendir ve katılığa gider. Bu nedenle de bir süre sonra gelişemez, adapte olmaz ve negatif tarafa gider.
Öte yandan düzenleyici sistem doğal sistemle uyumluysa; dengeli bir davranış sergiler.
Bu kurallar doğal sistemin kurallarından çok gevşek veya azsa; sistem kolayca uçlara gider ve daha sonra kaosa oluşur.
Bu kurallar birey bazında bizim değer ve inançlarımızdan oluşur. Değerlerimizin ve inançlarımızın yarattığı kuralların çok az veya basit oluşu ya da çok fazla ve karmaşık oluşu veya kriterlerimiz ve standartlarımızın katılığı da bizi uyumsuzluğa götürür.
Toplum bazında ise bunlar gelenekler, yasalar, yazılı ve yazısız kurallardır. Aşırı kurallı toplumlar ya tek düze insan yaratan faşist, militarist sistemlere ya da aşırı kuralcı ve aşırı kurumsal yapıya giderler. Öte yandan aşırı özgür toplumlarsa yozlaşma ve anarşiye giderler. İşte bu yüzden bir uçta katı kurallarla yönetilen, diğer uçtaysa aşırı özgür veya kuralsız bırakılan toplumlar ve sistemler çalışmazlar. Dengeli toplumlar ise demokrasi ile yönetilenlerdir.
HARİTA-ZEMİN-KATMANLAR
’+’’ Nedir?
ODM’ye göre hayat (+) ’daki durumlarımızdan oluşur.
(+) ’da dikey eksen , tüm doğal sistemlerle ilgilidir. Her şeyin altında yatan şey de buradadır zaten. Düzen ve düzensizlik. Yatay eksen ise bizimle yani yaşamla ilgilidir. Uyum ve uyumsuzlukla ilgilenir.
Yani her şeyin özü düzen ve düzensizliğe uyum sağlayabilmemiz ya da sağlayamamamızdır. Asıl amaç ise her kimlik için sağlıklı düzenleyici sistemler kurmaktır.
Düzensizliğe uyum sağlamak aslında ‘’başarı’’ dediğimiz şeydir…
Düzensizliğe uyum sağlayamamaksa psikolojide ‘’anksiyete’’ (kaygı) dediğimiz yapıdır.
Düzene yönelik içedönük uyum aslında ‘’huzur’’ dediğimiz şey iken , içedönük uyumsuzluk ise ‘’depresyon’’ dediğimiz yapıdan başkası değildir.
Yani aslında bütün canlıların birey olarak yapmaya çalıştığı şey, artı içinde pozitif tarafta olmaya ve kalmaya çalışmaktır. Bir anlamda ideal dengede yani optimum dengede kalmak. Diğer deyişle mutlu olmak. Bu durumda mutluluk denilen şeyin yeri de bellidir ; başarı ile huzuru dengelemek. İnsanlar bunu , iş kimliklerinde başarı karesinde , özel yaşamda ise huzur karesinde olarak gerçekleştirmeye çalışırlar.
İş yaşamı-özel yaşam dengesi, insanların farkında olmadan sezgisel olarak ulaşmaya çalıştıkları yerdir.
Hepimizin zeminleri kişilik oluşurken oluşur. Zeminlerimiz farklı farklıdır. Yani A kişisinin zemini başka bir yerde, B kişisinin zemini farklı yerde olabilir ve zemininiz başka yerde olduğunda düşünce yapınız, beyin kimyanız, hareketlerinizin hızı, hayatı algılama biçiminiz, yetkinlikleriniz, duygularınız değişmeye başlar.
Zemini farklı olan insanlar aslında hayatı farklı yaşayan insanlardır. Bu insanlara hayatın tanımını sorarsanız , her biri başka bir tanımlamada bulunur.
Zeminlerin büyüklüğü, küçüklüğü, derinliği ve yeri bizlerin hayatla ilişkisini belirler. Örneğin bir kişi 3 ayrı kimlikte 3 ayrı yerde olabilir. İş kimliğinde başarı karesinde, anne kimliğinde anksiyete karesinde ve eş kimliğinde depresyon karesinde görülebilir. Bu demek oluyor ki kişinin kurduğu düzenleyici sistem; iş kimliğinde doğal sistem içinde gayet düzgün çalışıyor. Anne kimliğinde yine düzgün çalışıyor çünkü annenin belli bir oranda anksiyeteli olması gerekiyor ama eş kimliğinde düzenleyici sistemini doğru oturtamamış. Yani kişi , bu kimlikte fonksiyonlarını tam olarak yerine getiremiyor.
Optimum denge modelinin temel amacı, insanların zeminlerini fonksiyonellik el verdiği sürece optimum denge alanına getirmelerine yardımcı olmaktır. Yani başarı ve huzur dengesini ya da ben-biz dengesini oluşturmalarını sağlamaktır.
Düzenleyici sistemin en büyük özelliği, düzen ve düzensizliktir. Bir sistem ya düzen yönünde hareket eder ya da düzensizlik yönünde hareket eder. Doğal sistemin en önemli özelliği, uyum ve uyumsuzluktur. Doğal sisteminiz işleri iyi yaparsa uyumlu hale, kötü yaparsa uyumsuz hale gelir. Yani anlamlarınız ve algılarınız yanlışsa, yetenekleriniz yoksa uyumsuz oluyorsunuz. Olayları doğru anladıysanız ve doğru yetenekler geliştirdiyseniz uyumlu oluyorsunuz.
İnsanlar, içinde bulundukları doğal sistem düzensizleştiğinde 3 temel şey yaparlar:
Dışa Dönerler-Eyleme Geçerler-Zihinleri Daha Hızlı Çalışır
Düzen arttığında ise:
İçe Dönerler-Eylemsizlik Başlar-Zihinleri Yavaşlar
Bu durumları yaşama sıklığınız bir süre sonra kişiliğinizin parçası haline gelmeye başlar ve zemin dediğimiz bu haritada genel bir yeriniz olmaya başlar.
Optimum denge dediğimiz yer başarı ve huzuru dengeleyebilmekle ilgilidir. Sürdürebilir bir mutluluk belli bir oranda başarılı olmanızı ve belli bir oranda kendinizi tanımanızı içerir.
Sadece başarıya yönelik bir hayat mümkün değil. Başarıyı huzurla dengelediğinizde sürdürülebilir hale gelmektedir. Bunun yolu başarıya yavaş yavaş gitmek ve bunu dengeleyecek şekilde kendi içinize derinleşebilmekle mümkün olur. Yani hayatla ne kadar uğraşırsanız uğraşın günün sonunda dönüp muhasebemizin yapılıp anlamlarımızın, yeteneklerimizin , algılarımızın kendimizi anlayacak şekilde organize edilmesi gerekir.
Verimlilik; algılarımızı doğru anlamak, algılarımızı doğru oluşturmak, anlamlarımızı doğru yere oturtmak, anlamlarla uyumlu yetenekleri geliştirmek ve bunları uygun şekilde davranışa dönüştürmekle ilgilidir.
Bir sitemde algı ortak değilse, davranışlar ortak oluşmaz. Organizasyon içinde anlamlar ortak değilse , algılar ortak olmaz ve yeteneklerde kendi aralarında uyumlu olmadığı için , bir sürü çaba sonuçsuz olarak neticelenir ve insanlar bir süre sonra buna alışıp -mış gibi yapmaya alışırlar. Herkes bir şey yapıyormuş gibi görünür ama ortalıkta pek de bir şey yoktur.
Bir kurumda, bir bireyde, bir toplumda; algı, anlam, yetenek ve davranış doğal sistemle uyumlu ve organize olmadığı taktirde o sistem verimsiz çalışır ve verimsiz çalışan sistemler bir süre sonra bozulur. Örneğin bu bozulma ;
Ailelerde->Boşanma ile sonuçlanır.
Bireylerde->Depresyonla sonuçlanır.
Şirketlerde->İflas ile sonuçlanır.
Devletlerde->Dağılma ile sonuçlanır.
Dolayısıyla içinde bulunduğunuz doğal sistemi ne kadar objektif algılayabiliyorsanız, anlamları ne kadar objektif yerleştirebiliyorsanız, bu süreç içinde hem kendinizi hem de içinde bulunduğunuz doğal sistemi ne kadar iyi tanıyorsanız bunları yapma şansımız o kadar artar.
KATMANLAR
Katmanları anladığınızda, dinamikleri anladığınızda hayatı ve kendinizin sistem olduğunu anladığınızda insan-hayat ilişkisini anlamaya başlıyorsunuz. İnsan zihni 5 katmandan oluşur.
1.Katmanda cansızlar için Sekronizasyon,
2.Katmanda tüm canlılar için Temel Dinamikler,
3.Katmanda memeliler işin içine girdiğinde Duygular,
4.Katmanda bilincin ilave işin içine girmesi ile daha iyi bir Düzenleyici Sistem ve son olarak
5.Katmanda bunlara ince ayar yaptığımızda her kademede çalışabilen farklı Zihinsel Yapılar ve Dİnamikler karşımıza çıkıyor.
Bulunduğunuz yer, yaşadığımız, anlamlandırdığımız, hissettiğimiz, deneyimlediğimiz, bilincimizle yorumladığımız pek çok şeyin sonucunda katmanlar oluşuyor . Bunları anlarsak kendimizi hayatın içinde daha uyumlu bir hale getirme şansımız vardır. Eğer anlamazsak savunma mekanizmalarıyla , kısır döngü içinde savrulup dururuz.
1.KATMAN: Sekronizasyon-Frekanslar
Frekanslar bizim enerji seviyemizi belirler. Artıda yukarıya doğru çıkıldığında düzensizlik karşısında frekanslarımızın arttığını, enerjimizin arttığı görülür. İçinde yaşadığımız her doğal sitemin ayrı bir frekansı vardır. Örneğin; iş yaşamının frekansı daha yüksek, ailede frekans biraz daha düşük, sosyal hayatta biraz daha dengededir.
Frekanslar arası bağlantıya, diğer bir deyişle uyuma senkronizasyon diyoruz. Örneğin; 8 frekanslı A kişisi ile 5 frekanslı B kişisi ilişkiye girerse 7 frekansında senkronize olabilirler. Yani farklı frekanslar farklı uyum noktaları gerektirir.
Bu frekansların bir özelliği de cansız sistemlerde bile çalışıyor olmalarıdır. Farklı salınımlarla çalışan metronomlar ortak bir alanda bir araya getirildiğinde karşılıklı titreşim ile bir süre sonra senkronize olmaya başlıyorlar. Dolayısıyla 1.Katman bizim frekanslar içinde senkronize olup olmamamızla ilgili. Eğer doğal sistemin frekansına uyum sağlayabiliyorsak uyumlu oluyoruz, aksi taktirde uyumsuz oluyoruz.
Bu katmanda artı içinde insanları şu şekilde tanımlamak mümkün:
*Başarı karesindeki insanlar, yüksek ritmi olan ve fonksiyonel olan insanlar
*Anksiyete karesindeki insanlar, yüksek ritimli olan ama fonksiyonel olmayan insanlar(Bu insanlar vazgeçmiyorlar)
*Huzur karesindeki insanlar, düşük ritmi olan ama fonksiyonelliği az bir davranış tarzı
*Depresyon karesindeki insanlar, düşük ritimli olan ve fonksiyonelliği düşük olan insanlar (Bu insanlar vazgeçmişlerdir)
2.KATMAN : Doğal-Düzenleyici Sistem Dinamikleri
Öncelik Alanı, kişinin hayatını sürdürebilmesi için; kendi için öncelikli olan şeyleri tanımlar.(Duygular, kimlikler, hedefler, yaşama ait değerler vardır.)
Bu alanın içine aldığınız şeylere karşı savunmasızsınızdır ama bu alanın içine aldığınız şeyler sizi tanımlar . Alanınızın içine almadığınız hiçbir şey sizin değildir.
Etki Alanı, kendiniz için yapabileceklerinizi tanımlar ve neyi yapabileceğinize inandığınız ile ilgilidir. Öncelik alanı neyi istediğinizle ilgilidir.
Bazı insanlar belli bir etki alanı çizerler ve bu etki alanının içine hedeflerini koyarlar. Etki alanının içine fazla koyduğunuz hedefler cazibesini yitirir. Çünkü ona ulaşmak kolaydır, onda bir heyecan bir meydan okuma yoktur. Etki alanınızın çok uzağındaki hedefler ise çok fazla istediğiniz şeylerdir ama gerçek olduğuna inanmadığınız şeylerdir.
Öncelik alanında, doğal sistemde olan şeylerin bizim için fırsat mı - tehdit mi -nötr mü olduğuna bakarız.
Kişilerin psikolojik problemlerinin çoğu , doğal sistemin kısıtlamalarından değil de insanların kendi zihinlerinde kendi üzerlerinde yarattığı kısıtlamalardan meydana gelmektedir.
BAŞARI KARESİNDEKİ İNSANLAR : Fırsatı gören, kaynağa ulaşan ve bunu kontrol edebilen insanlardır. (Bir tanesi eksik olduğunda sistem çalışmaz.)
ANKSİYETE KARESİNDEKİ İNSANLAR : Tehditi gören, elindeki kaynağı kaçma-savaşma refleksi ile kullanan insanlardır. Ortada bir kontrol çabası vardır ama pek de bir sonuç yoktur.
DEPRESYON KARESİNDEKİ İNSANLAR : Sistemlerinde nötrleri çok büyüktür, genellikle tehditleri ve kısıtlamaları görürler. Bu kısıtlamalar belki kendimizden belki de sitemdendir.Bir türlü eyleme geçemezler.
HUZUR KARESİNDEKİ İNSANLAR: Pozitifleri çok büyüktür. Bu insanlar hayatı akışına bırakmışlardır.(Hallederiz abi, kısmet...)
Doğru Hedef Nasıl Koyulur?
Öncelikle hedefinizin kendi öncelik alanınız içinde olup olmadığının kontrol edilmesi gerekir. Eğer alanınızın dışında ise o bilinciniz için hedeftir. Bilinçaltınız için hedef değildir, yüreğiniz için hedef değildir. Bir şey ne kadar içinize nüfuz ediyorsa o kadar sizindir.
Hedef ile ilgili önemli ikinci kriter ise o hedefi nereye koyduğunuzdur. Etki alanınızın hafif dışı uygundur. Çünkü hedefiniz için mücadele edeceksinizdir ama fazla uzağı uygun değildir. Çünkü gerçekçi bulmazsınız. Bu ikisinin arasında hedefinizi dengelemeye çalışırsınız. Yani hedefiniz hem gerçekçi olacak hem de bir parça çaba harcamanız gerekecek.
3.KATMAN : Temel Dinamikler ve Duygular
3.katman sadece memelilerde vardır. Burada doğal sistemden gelen verileri algılıyoruz. Seçici algıyı kullanıyoruz yani bizim için öncelikli olanları algılıyoruz. Sonra bunları anlamlandırıp bir harita içine koyuyoruz.
Duygular, anlam oluşturmada bilinçaltımızın anlamlandırma mekanizmasıdır. Dolayısıyla biz duygular üzerinden anlam üretiyoruz. Doğal sistemde olan şeye tepki vermek için yetkinlik geliştirmemiz gerekiyor.
Eğer herhangi bir kimlikte bir sorun yaşıyorsanız temel dinamiklerin birinde veya birkaçında sistem tıkanmış demektir. Ya algı sorunu vardır, ya anlam sorunu vardır, ya duygu sorunu vardır, ya yetkinlik sorunu vardır ya da davranış sorunu vardır.
Hangi kareye gidersek o karenin duyguları üzerine kişiliğimizi inşa etmeye başlarız.
4.Katman : Bilinç
Bilinç , mantığımızdır . Bilinç duygularla düşünmüyor. Bilinç kavramlarla düşünüyor. Bilinç kendine dışarıdan bakabiliyor. Bilinç , bir sonraki aşamamız. Bilinç bazen doğal sisteme doğrudan müdahale edebiliyor bazen düzenleyici sisteme yani bilinçaltına müdahale edebiliyor. Bilince, düzenleyici sistemin düzenleyicisi olarak bakabiliriz ama bilincin gücünün bir sınırı vardır. Bilincin gücünün sınırı ; ortalama haritanın %10 civarını oluşturmasıdır. Yani nötre yakın duygularda bilinç diyor ki; şunu yap ya da şunu yapma!!! Biz ise onu yapabiliyoruz ya da yapmayabiliyoruz ama uçtaki duygulara gidildiğinde bilincin etki alanı daralıyor yani örneğin, bilinç diyor ki sigara içme! Bilinçaltı diyor ki “ karışma oradan ! ben ona zevk anlamı yükledim” Ve kazanan bilinçaltı oluyor ve sigarayı bırakamıyoruz.
5.Katman: Uzmanlaşmış Zihinsel Yapılar
Sistemler, karmaşıklık düzeyine ve düzensizlik seviyesine göre dört ayrı katmanda organize olmuş vaziyettedir. Kısaca baktığımızda anlam dediğimiz şey ; inançlar , düşünce kalıpları , değerler ve kimlik olarak oluşur.
Duygular : emotionlar ,stateler ve meta stateler olarak oluşur.
Yetkinlikler: basit yetkinlikler, alışkanlıklar, alışkanlık kombinasyonları şeklinde ve kimlik şeklinde organize oluyor.
Bu durum , sadece psikoterapi açısından önemli değildir. Bireyde bunun adı psikoterapi , ailede aile terapisi , şirketler söz konusu olduğunda organizasyonel değişim anlamına gelir ve toplumlar söz konusu olduğundaysa toplumsal liderlik anlamına gelir.
Beşinci katmanın haritası içinde duygular ,yetkinlikler ve kimlikler var. Biz bütün psikiyatrideki rahatsızlıkları bunların içine yerleştirdik. Şirketlerin , ülkelerin sorunları vs. hepsi bu katmanların içinde bulunuyor. İnsan doğasının işin içinde olduğu her şey bu haritanın içinde aslında ve bunları uyguladığınızda doğru çalıştığını ve işe yaradığını biliyoruz.
GENEL BAŞARI DÖNGÜSÜ
Sürdürülebilir sistemler uzun zahmet ve iki taraflı gidip gelmelerle oluşur. Bir sistemin bir seviyeden başka bir seviyeye çıkabilmesi için ne olması gerekir? Ya da bir sistem sürdürülebilir ya da kalıcı olarak nasıl değişim gösterebilir?
Bu bizim genel başarı döngüsü dediğimiz bir döngüdür. Şirketlerin ve bireylerin döngüsü de aynı şekilde çalışır. Bu döngü farkındalıkla başlar. Farkındalık şunu söyler: ‘Ben nerdeyim?’, ‘ Olduğum yer optimum eşik aralığı mı?’ ‘Eğer kişinin haritası yeterince geniş değilse ve onun dışında başka haritası yoksa orayı optimum sanabiliyor. Örneğin: Kişi 120 kilo ve zaten ergenliğinde o kiloya çıkmış ve ergenliğinden beri hep orada kalmış. Ona göre orası normal. Ya da iş hayatında hep aynı görevi yapmış, iş hayatını oradan ibaret görüyor. Dolayısıyla farkındalık , nerede olduğumuzu ve aslında olmamız gereken yerin neresi olduğunu anlamamızla başlar. Bunun için ihtiyacınız olan şey haritanızın daha büyük olmasıdır. Çünkü haritanız büyümediği sürece aslında nerede olmanız gerektiğini anlayamazsınız. Sizin tecrübelerinizden daha iyileri ve daha kötüleri deneyimlemeden bunları anlayamazsınız.
Farkındalık daha çok dikkatle, algı eşikleriyle ve algı filtreleriyle bağlantılıdır. Farkındalığın özünde kişiye yaptığı şey ‘Ben nerdeyim?’, ‘Nerede olmalıyım?’ sorularına yanıt vermektir. Değişim için ise sadece farkındalık yeterli değildir. Farkındalık sadece değişime giriş kapısıdır.. İkinci ihtiyaç duyduğumuz şey: ‘Anlamak’ tır. Anlamakla kastettiğimiz şey doğal sistemi anlamak. Doğal sistemi anlamak için sistemik bakış açısına ihtiyaç var. Sistemik bakış açısı da sistem özelliklerini ve sistem davranışlarını anlamakla gerçekleşiyor. Bunları anladığınızda içinde bulunduğunuz doğal sistemi anlıyorsunuz. Bu doğal sistem aile, arkadaşlar, iş vs. her şey olabiliyor. Ya da doğanın biyolojik sistem olarak kendisi olabiliyor. Peki doğayı anlamadan doğayla uyumlu olabilir misiniz? İş hayatını anlamadan iş hayatıyla uyumlu olabilir misiniz? Karşı cinsi anlamadan eş kimliğinde uyumlu olabilir misiniz?
Anladığınız zaman bir takım farkındalık nidaları yükselir: ‘hmm…’, ‘vaaayyyy…’ şeklinde!!!
Kişinin içinde adeta bir ışık yanar. Bir anlamda içteki bir boşluğu algılılarsınız. Ya sistemi , fonksiyon olarak daha iyi anlarsınız veya fonksiyonlar arasındaki ilişkiyi daha doğru anlamaya başlarsınız. Anladığınızda üçüncü adım gelir , “Karar vermek” . Karar vermek demek bir düzenleyici sistem dizayn etmek demektir. O doğal sistem karşısında işe yarayan bir düzenleyici sistem. Yani olay şöyle gerçekleşir:
Farkındalıkta, siz doğal sistem içindeki yerinizi anlıyorsunuz.
‘Anlama’da doğal sistemin nasıl çalıştığını ve doğal sistemin içinde sizin niye takıldığınızı anlamaya başlıyorsunuz.
Karar vermede ise bu takıldığınız yeri çözmek için kendi düzenleyici sisteminizi nasıl revize etmeniz gerektiğini anlamaya başlıyorsunuz ve yeni bir düzenleyici sistem dizayn etmeye başlıyorsunuz.
Yeni bir düzenleyici sistem inşa ederken düzenleyici sistem özelliklerini de bilmeniz gerekiyor. Düzenleyici sistem özellikleri, bir miktar doğal sistem özelliklerinden farklılıklar gösteriyor. Doğru bir düzenleyici sistemin nasıl inşa edildiğini bilmek gerekiyor. Ama bunu bilmek yetmiyor. Yani ‘Farkettim.’, ‘Anladım.’, ‘Dizayn ettim.’ Peki kilo vermek için yeterli oluyor mu? Yeteri kadar spor yapacaksın ve belli yiyecekleri yaşamından çıkaracaksın. O çok sevdiğin baklavaya dokunmayacaksın. Çok iyi anladın diyelim.. Peki baklavayla karşı karşıya kaldığında bu bilgi ne kadar etkili olacak? Üstelik de yanınızda kimse yok ! Yetmiyor!! Çünkü alışkanlıklar var, bir nörolojik otoyol var içerde. O otoyol uyarıyı aldığında beyin ödül merkezini çalıştırıyor, ödül merkezi dürtü olarak elinize baklavayı uzatıyor. O sırada bilinç ne yapıyor? Olayı rasyonelize etmekle meşgul. Savunma mekanizmaları: ‘Yarın işe yürüyerek giderim canım ne olmuş?’. ‘Yarın yemem olur biter.’
İşte burada bir sonraki adım hazır olmak dediğimiz adım. ‘Hazır olmak’ ta , dirençlerle uğraşmamız ve kendi iç kaynaklarımıza değişim için ulaşmamız gerekiyor. Dirençler kendi kendinizi engelleme sebepleriniz. Bir tarafınız kilo vermek isterken, bir tarafınızın da baklava yemek istemesi gibi. Bir tarafınızın başarılı olmak isterken bir tarafınızın da ‘Ama başarılı olursam yalnız kalırım.’ korkusuyla adım atmaktan çekinmesi gibi. Yani bunlar aslında anlam boyutunda kendi içiyle çakışan anlamlar ve sizi farklı duygu durumlarına sokuyor. Kaynaklarda ise, bu sorunu çözmek için gerekli enerjiyi bulmanız ya da gerekli alışkanlığı oluşturmanız için doğru ruh haline girmeniz önemlidir. Bunlar genellikle insanın kendi içinde var. Kişiyi kendi iç kaynaklarıyla değiştirirseniz daha kolay değişir. Mesela bir kişi , belli bir kimliğinde çok öz güvenli olabiliyor. Dolayısıyla bu kişiye öz güveni baştan öğretmeniz gerekmiyor. Bir kimlikteki bilgiyi öbür kimlikteki bilgiye transfer ederseniz, bu kişi sorununu çözebiliyor. Dirençleri çözebilirseniz kendi içinizdeki kaynaklara ulaşırsanız bunlar sizi motive ediyor ve belli bir potansiyel enerjiye sebep oluyor. Bu potansiyel enerji artık kinetik enerjiye dönmeye hazır vaziyette. Değişimin grafiği şudur:,
Hazır olma kısmında gördüğünüz siyah top , kişinin kendi içinde yukarıya çıkacak potansiyel enerjiyi oluşturmuş olduğunu ifade eder. Bu hem hedef koymanızla , hem hedefin yeterli motivasyonu oluşturmasıyla, hem de bu hedefi gerçekleştireceğinize olan inancınızın olmasıyla çalışır. Eğer bu topu yukarıya çıkarabilirseniz, işte bu aşamaya eyleme geçmek diyoruz. Ancak eyleme geçmek, ne olursa olsun harekete geçmek anlamını içermiyor. Eğer bu topta yeterli potansiyel enerji birikmezse gaza gelip gittiğinizde o top yukarı çıkıyor ve geri dönüyor. Ondan sonra da bilinç ya da bilinçaltı bunu rasyonelize etmeye çalışıyor. Bilincin rasyonelizasyonlarına “bahane bulma” , bilinçaltınınkilere de “savunma mekanizmaları” diyoruz.
Ama yeterli enerji oluşursa eyleme geçmek , kendi içinde üç aşamadan oluşur: Birincisi eşiği aşmak. Bunun için güçlü bir motivasyon ve inanç gerekir. Eşiği aşmak tek başına yetmez. Eğer eşiği aştığınızda birkaç kere daha bunu yapmazsanız sistem yavaş yavaş geriler fakat eski haline dönmez. Çünkü bir kere eşiği aştığınızda artık yapabileceğinizi bilirsiniz ama daha alt seviyelerde bir yerde, optimumdan farklı bir seviyede dengelenir. Ama bunu birkaç kere daha yaparsanız, sistem stabil hale gelir. İkinci aşama sistemi oturtmak ya da düzeni oturtmak diye adlandırılır. Düzeni oturttuğunuzda bir de bu düzeni koruma meselesi ortaya çıkar.Bu da üçüncü aşamadır. Örneğin , o kiloyu verdin, o kiloyu koruman lazım. Ya da sigarayı bıraktın, o düzeni koruman lazım. Gerçek anlamda değişimi sağlayan aşamalar bunlar.
Son aşama ise eyleme geçtikten sonra bunu geri dönüp optimize etmektir. Optimizasyon küçük iyileştirmeler demek. Aynı eşik içinde kalıyorsunuz ama ufak ufak sistemi daha verimli hale getirmeye başlıyorsunuz. 4 tane bileşen içeriyor:
1) Doğru yaptığın ve dokunulmaması gereken şeyleri korumak
2) İyi yaptığın şeyleri iyileştirmek
3) Kötü yaptıklarını çıkarmak
4) Alt sistemleri sisteme eklemek
Bu dördünü birden yapmanız gerekiyor. Bunu yaptığınızda her küçük adımda ve her küçük adımda sistem daha iyi oturuyor, önceliğini korumuş oluyorsunuz, eski haline geri dönmemiş oluyor. Bu da ODM’nin üçüncü temel modeli, bize bir sistemin nasıl değişeceğini gösteriyor.
İşte öykü bu… Sistem içinde nasıl hareket ederiz? Bütün bunları , hayatı ve kendimizi doğru anlayarak nasıl yapabiliriz ?
Her adımı doğru atarak , nasıl bir yerden bir yere çıkabiliriz?
3. Ligdeki bir takımı başarılı yapan bir düzenleyici sistem, o takım ikinci lige çıktığında işe yaramaz, ya da ikinci ligdekini başarılı yapan sistem , birinci ligde yapmaz. Birinci ligin sistemi ise süper ligde çalışmaz.
Genel Başarı Döngüsü hayatın her alanında gelişmek ve öğrenmek için kullanabiliriz.
ÖĞRENME
ÖĞRENME (BİLMEK- YAPABİLMEK - OLMAK)
ODM ye göre Artıdaki yatay eksen yani “UYUM” dediğimiz şey aslında tam anlamıyla ÖĞRENME demektir. Yani ya öğreniyorsunuz (yani uyum gösteriyorsunuz ) ya öğrenemiyorsunuz (yani uyumlanamıyorsunuz ) ya da yanlış öğreniyorsunuz ( yani yanlış uyum gösteriyorsunuz ) .
Öğrenme, kendi içinde üç adımdan oluşur: İlk olarak ‘Bilmek’ dediğimiz kısım. Bilmek bir süre sonra ‘Yapabilme’ye dönüşüyor. Yapabilmekse bir süre sonra ‘Olma’ya dönüşüyor. Dolayısıyla ‘Bilmek’, ‘Yapabilmek’ ve ‘Olmak’ Öğrenmenin ya da Uyumun üç adımı. Tüm canlılar hayatta kalabilmek için yapa-bilme aşamasına ulaşmak zorundadır. Yani amaç öncelikle eylemdir yani yapmak. Eylemi doğru yapmak için ise Bilmek gerekir. Olmak ise bir amaç değil bunların doğal sonucudur.
Eğer ‘Bilmek ’ kısmını beceremiyorsanız buna rahatsızlık deniliyor. Savrulmanın temel sebebi. Bilmiyorsunuz veya eksik biliyorsunuz. Eğer ‘ Yapabilmek’ kısmında problem varsa bu durum yanlış bilmek, yanlış öğrenmek ve yanlış alışkanlıklar geliştirmeye sebep oluyor. Yani yanlışta ustalaşıyorsunuz ve bu sizin alışkanlığınız haline geliyor. Hastalık dediğimiz yer de burası. Eğer ‘Olmak ‘ kısmında problem oluştuysa , işte kronik hastalık dediğimiz şey. Bu yanlış öğrenmelerin sizin kişiliğinizin bir parçası olması yani Yanlış Olmak !!
Biraz açalım konuyu…
Psikoterapide negatife baktığımızda , negatif duygulara rahatsızlık adını veriririz. Hastalık dediğimiz şey ise duygu durum bozukluklarıdır. Kronik hastalık dediğimiz şeyler de kişilik bozuklukları oluyor. Yani bütün psikoterapi ya da bütün insanın düşünce düzlemine kimlik bazında bu şekilde harita olarak bakmak mümkün.
Bilmek dediğimizde , bilinçaltı duygularla biliyor. Bilinç biraz daha farklı biliyor. Yapabilmek yeteneklerle ilgili. Olmaksa kimliklerle ilgili.
Olmak yapabilmelerin birleşmesi sonucu bunların kişiselleşmesi ve içselleşmesi demek. Yani o yapabilmekler birleştiğinde bir araya geldiğinde sizin kimliğinizi oluşturmaya başlıyor. Kronik hastalık ya da kişilik bozuklukları dediğimiz şeyse yanlış bilmelerin ve yanlış yapabilmelerin birleşmesiyle sizin yanlış bir kimlik oluşturmanız anlamına geliyor. Genetik faktörler de işin içinde tabi ama genetik faktörler zaten sizden önceki kuşakların öğrenmeleri. Sonuç olarak olay , yine öğrenmek. O öğrenmeler genetik olarak aktarılıyor.
Biz nasıl öğreniyoruz? Temelde iki türlü öğreniyoruz. Bilinç seviyesinde ve Bilinçaltı seviyede. Bilinçli olarak bilmek ve bilinçli olarak yapabilmekle, bilinçaltı seviyede bilmek ve bilinçaltı seviyede yapabilmek farklı şeyler. Bu şu demek ;
Bilinç , neden-sonuç ilişkisiyle düşünür. Şu oldu, şundan oldu, çünkü… Böyle bir nedensellik bağlantısı var. Kalem yere düştü çünkü yer çekimi var. Önce şimşek çaktı sonra gök gürüldedi çünkü ışık daha hızlı gider, ses daha yavaş gider. Bu nedensellik bağlantısını kurduğunuzda mantıken anlıyorsunuz. Bilinç anlam verdikten, anladıktan sonra bunu kategorize etmek istiyor. Kategorize ederken de olayları , parçalarına ayırarak kategorize ediyor ki buna analiz diyoruz.
Yani diyor ki Türkiye’de enflasyonun dört tane sebebi vardır. Kamu harcamaları, tüketim harcamaları, yatırımlar ve cari açık. Anladım mı ? Evet anladım.
Depresyonun üç tane sebebi var. Boşluk duygusu, değersizlik duygusu ve vazgeçme alışkanlığı. Ama bilinç seviyesinde bunu bilmek pek işe yaramıyor. Yani siz bir kişiye neden- sonuç ve analiz olarak sigaranın sağlığa niye zararlı olduğunu anlatabilirsiniz. Ama bilinçaltının öğrenme şekli farklı ve anlatmanızın sonuç açısından bir etkisi olmaz.
Bilinçaltı nöro-association dediğimiz x=y şeklinde öğreniyor. Bunu öğrenebilmek için deneyimlemek gerekiyor . Yani bir şeyi deneyecek, denediği sıradaki hissettiği duyguyla ki bunu bedeninde kodluyor, ( bu sırada olan görüntü ve sesleri zihninde kodluyor) birleştirerek assosiye etmek zorunda ve bu çağrışım mekanizmasıyla daha sonra birbirini tetikleyerek hatırlamasını sağlıyor. Dolayısıyla deneyimlemediğimiz hiçbir şeyi biz bilmiyoruz. Biliçaltı sadece deneyimleyerek öğreniyor. Çocuklar o yüzden laftan anlamıyor, her şeyi deneyerek öğreniyorlar ve öğrendikten sonra yaşadığı deneyimi kodluyor. Bu bana nötr mü geldi, bu bana iyi mi geldi, bu bana kötü mü geldi? diye bakıyor.
İyi geldiyse, ondan hep yapmaya başlıyor. Nötr geldiyse onla ilgilenmiyor. Kötü geldiyse uzak durmaya çalışıyor. Bilinçaltının öğrenme macerası bu kadar… Bir de, bunu daha sonra duygularla eşleştiriyor. İyi geliyorsa iyi duygularla, kötü geliyorsa kötü duygularla kodluyor, yaklaşık 24 tane duygu ile ...
‘Yapabilme’ye gelince ; bilincin yapabilme yetkisi yok, öyle bir yeteneği de yok. Yapabilme bilinçaltına ait bir yetenek ve bilinçaltının yapabilme grafiği, sibernetikte optimizasyon grafiği dediğimiz şey.
Yani bir çocuk kaşığı ağzına götürürken önce bir istek duyuyor, birini taklit etme isteği. Sonra bir sağ tarafa götürüyor, bir sol tarafa götürüyor, yavaş yavaş ortayı buluyor ve ortayı bulduğunda bunu otomatik pilota atıyor. Yeteri kadar bir hareket oluştuğunda yolağa dönüşüyor. Nörolojik anlamda bunu belli bir süre tekrar ettiğinde otomatik pilota atılıyor ve bunu bir daha hiç düşünmeden yapıyor. Dolayısıyla yapabilmek dediğimiz şey kişinin bildiği şeyi düşünmeden uygulamaya geçirecek kadar deneme yanılma sürecinden geçmesinden oluşuyor.
Buradaki en kritik nokta iyi- kötü- nötr kodlamalarının kişinin davranış kalıbı haline gelmesi.
O da şu: Pozitifte başarı karesindeki insanlar bir süre sonra dünyaya şöyle bakmaya başlıyorlar: Büyük bir fırsat algısı, küçük bir nötr, küçük bir negatif. Yani şöyle bakıyor: ‘Evet bunu yapmalıyız. Harika. Müthiş.’ Sorunlara da bakıyor, onları görüyor ama küçümsüyor. Diyor ki: ‘Hallederiz.’ ‘Nötr’se yok gibi bir şey. O yüzden çok hızlı karar veriyor: ‘Şunu yap, bunu yap.’ ‘İyi, kötü, doğru, yanlış.’ Ve böyle baktığı için olaylara proaktif yaklaşıyor. Çünkü kafasındaki harita böyle çalışıyor. Hayattaki her şeye böyle bakıyor.
Oysa anksiyete bölümündeki bir insana baktığınızda onun kafasında da negatifler çok büyük yer taşıyor. Olayların hepsine tehdit olarak bakıyor, fırsat olarak bakmıyor: ‘Buradan ne sorun çıkar? Başımıza ne iş açarız? Böyle olursa ne olur?’. Yani hani iş yaptırmayan ama iş yapmak isteyen tipler var ya iş hayatında. Onlar bunlar. Örneğin panik ataklı bir kişiye bakarsanız sürekli olarak negatif algı vardır. Çıt çıktı - ‘Hırsız mı girdi ?’ , Beş dakika geç kaldı - ‘Başına bir kaza mı geldi ?’, Bir şey hissettim -‘ Acaba kalp krizi mi oluyor?’ ..Sürekli olarak küçük bir tehdit algısı açık olduğu için ve hiper sensitive (aşırı duyarlı) durumda olduğu için bunun sonucunda otomatik olarak hayata bakışı bu şekilde gerçekleşiyor. Pozitifi ise ancak çok büyükse algılıyor. Yine nötr yok gibi bir şey.
Depresyondaki kişiye bakınca, nötr çok büyük. Çok pozitif olunca ancak o zaman görüyor. Onun dışında nötr olarak görüyor. Nötr olarak bir şeyi gördüğünüzde eyleme geçmezsiniz. Ve buradaki kişi fırsatlarını, kaynaklarını, seçeneklerini nötr olarak görüyor.’ Şunu yap.’ diyorsunuz, aldığınız yanıt. ‘Yani şimdi o olmaz boşver. Ben daha önce yaptım ’. ‘Şunu yapsan nasıl olur?’, ‘Iıı…ı. Gerek yok, onla bir şey olmaz.’ Negatifleri ise görebiliyor.
Huzurlu insana bakıyorsunuz, pozitif yüksek, negatif yok denecek kadar az. ‘Bir problem var!’ diyorsunuz, ‘Aman canım o da problem mi?’ yanıtını alıyorsunuz. ‘Sana laf etti.’, ‘Öyle demek istememiştir o.’ Ve bakıyorsunuz gayet huzurlu.
İşte bu öğrenme sistematiğimiz, bakış açımız, bir süre sonra hayata bakış açımızı belirlemeye başlıyor. Bu bir kere belirlendiğinde, ki bu 25 yaş dönemidir, buna zemin diyoruz , 25’ten sonra zemin eğitimle değişmiyor. Zemin değişmediği sürece hiçbir şey değişmiyor. Dolayısıyla insanların zeminleri davranışları belirler. Baktığınızda başarı karesindeki insanların genellikle bu ikisi arasında gidip geldiğini görüyorsunuz. Sürdürülebilir başarı sağlayanlar hem huzuru hem başarıyı dengeleyebilendir. Örneğin çok çalıştığında , eve dönüp dinlenmesi gerektiğini, kendisini dengelemesi gerektiğini, bir ertesi güne hazırlanması gerektiğini bilenler. Çünkü başarı karesi(!) uzun süre kaldırılamaz. Burası aşırı dopamin bölgesidir. Farelere uzun süre dopamin verildiğinde ne olduğunu biliyor musunuz? Ölüyorlar. Başarı karesi (!) serotonin, kortizol, epinefrin, nöroepinefrin ve dopamin eksikliği bölgesidir.(!) Dolayısıyla basit bir tüyo. Optimumu dengeleyebilenler , uzun vadede gerçek anlamda gelişime açıklar,dengeye açıklar ve iyi iş çıkarıyorlar. Fakat biraz daha yavaş giderler.
BİLGELİK
ODM ye göre Mutluluk , Başarı ve Huzuru dengelemektir. İnsanlığımızdan vazgeçmeden Sürdürülebilir Başarı sağlamak ise BİLGELİK’ tir.
Bilgeliği sağlamak için “En temel Düzenleyici Sistem nedir ve Bileşenleri nelerdir ? “ diye kendimize sorduk ve bulduğumuz yanıt şu oldu: AKIL ,EMEK,YÜREK … Ortasında da DENGE var.
Bunların hepsi farklı dinamikler ve bir araya geldiklerinde farklı şeyler oluyor. Örneğin sadece AKIL ile EMEK bir araya gelse neler olur ? Burada döngülerden bahsetmek gerek. Döngüler , Dengeleyici ve Pekiştirici olarak iki türlü çalışır. Pekiştirici Döngüler sistemi , gittiği yöne doğru hızlandırırlar. Dengeleyici Döngüler ise tam da adı gibi dengeler.
Dönelim AKIL ile EMEK’e… Akıl ile Emek birbirini beslerse BAŞARI ortaya çıkar. Yani doğru işleri yaparsınız ve işleri doğru şekilde yaparsınız. Bu durum sizin başarı karesine gitmenizi sağlar ama bir süre sonra işin içinde Yürek olmadığı için sağlam hissetmez savrulmaya başlarsınız. Dolayısıyla AKIL ve Emek, tek başına yeterli olmaz. Böyle baktığımızda örneğin , Naziler de gayet akıllı ve çalışkandılar ama niyet bozuk olunca başarı sürdürülemedi. Yani iş sadece Emek veya Akıl ile bitmiyor… Peki EMEK ile YÜREK ‘i bir araya getirelim bakalım neler olur? Çok yüreklisiniz , iyi niyetlisiniz ve acayip çalışkansınız ama ayıptır söylemesi biraz safsınız. İşte tam böyle iken , akıllı birinin eline düştünüz mü sizi parmağında oynatır. Sizin bütün değerlerinizi , duygularınızı ve açıklarınızı kullanarak işine geldiği gibi sizi yönlendirir. Dolayısıyla böyle de olmuyor… AKIL ile YÜREK bir araya gelse neler olur acaba ? Mangal gibi yüreğiniz var ve çok akıllısınız ama tembelsiniz. Hiç emek harcamadan bir şeyler olsun istersiniz. Emek vermediğiniz için ve istikrar gösteremediğiniz için bol bol motivasyon konuşmaları yapıp sonuca ulaşmazsınız. Yani bu ikili de işe yaramıyor…
AMA üçü bir araya geldiğinde başka bir şey ortaya çıkıyor ve biz buna BİLGELİK diyoruz.
Şimdi biraz BİLGELİK’i oluşturan bu 3 dinamikle ilgili detaylara girelim.
AKIL dediğimizde , aklın da türleri var ODM ye göre ve bunlar 4 tane. Tepkisel Akıl , Stratejik Akıl , Sistemik Akıl , Sezgisel Akıl.
Tepkisel akıl , duygunuzu dengelemek içindir. O bana bağırdı , ben de O’na bağırayım ve rahatlayayım . Bunu en sık trafikte , banka ve hastane kuyruklarında görürsünüz. Ya küfreden veya şükreden yani anlık yaşayan insan tipleri. Stratejik Akıl , mantıkla düşünme , uyanıklık veya bilimsel düşünmedir. Neden sonuç ilişkisiyle , algoritmik düşünürler ve bu düşüncede kalp yoktur. Temel düsturu “çıkar maksimizasyonudur” . Doğru amaçla kullanırsanız bilimsel düşünme denir , kendi çıkarınıza kullanırsanız halk arasındaki tabirle çakal derler. Sistemik Akıl , diğerlerinden farklıdır . Sistem özellikleri ve sistem davranışları ile düşünürsünüz. Yani görünen şeylere bakarak kararlar vermiyorsunuz da , görünenin altında neler var ve nasıl işliyor sistem diye bakıyorsunuz. Özellikle düzensiz sistemleri dengelerken kullanılmalıdır.
Sezgisel Akıl , sistemik aklın yetmediği , aşırı karmaşık ve kaotik durumlarda kullanılır ve işe yarar. Burada ne yapılması gerektiğini yürekle biliyorsunuz , akılla değil. Bu durum daha farklıdır ve karar alma biliçaltı seviyede gerçekleşir. Kesinlikle ustalık gerektirir.
Dolayısıyla biz ODM de Akıldan bahsederken daha çok Tepkisel aklı değil , bazı durumlarda Stratejik aklı fakat çoğunlukla Sistemik veya Sezgisel aklı kastediyoruz.
EMEK dediğimizde ise bileşenlerinde Enerji , Üretim , Disiplin , Ustalık ve Sanat bulunur.Emek harcamak için ana gereklilik enerjidir. Enerjiyi de kişinin dikkati belirler. Fakat emekte en önemli şey , anlam yaratma mekanizmasıdır. Emek harcadığınızda anlam oluşturursunuz. İnsanlar kendi anlamlarını ancak emek harcayarak oluştururlar. İşimiz , çocuğumuz , ailemiz , dostluklarımız YANİ yaptığımız şeyler bizim anlamlarımızı – dolayısıyla bizi tanımlarlar.
YÜREK dediğimizde ise başka bileşenler vardır. Vicdan , Cesaret , Yaşam Sevinci ve Sevgi. Vicdan ve sevgi daha çok içe dönük , kendi içinde sizi huzura götüren şeylerdir. Yüreğin dışa dönük yansımaları ise daha çok yaşam sevinci ve cesaret olarak kendini gösterir. Yani aklın korkusunu , özgüvenle yenerek cesaretleniriz ve umutla dolarak yaşam sevincimiz artar.
İşte BİLGELİK için bu üçünün bir araya gelip bir pekiştirici döngü oluşturması gerekiyor ve bunu merkeze DENGE yi koyarak sağlayabilirsiniz. Çünkü ortaya dengeyi koymazsanız , sistemler güçlüden yana çalıştığı için, en baskın taraf zaman içersinde dengeyi bozmaya başlıyor.
Örneğin AKIL veya YÜREK tek başına bütün dengeyi bozabiliyor. Dengenin sürdürülebilmesi için ortada denge var. Bu niye önemli. Aslında hepsinin çözümü bu da ondan.
Akıl –Bilmek ile ilgilidir , Emek – Yapmak ile igilidir . Bilmek ve Yapmak bir araya geldiğinde Yapabilmeye ve Olmaya dönüşür. İşte başarıyı sağlayan budur. Ama huzuru işin içine katmanız gerekirse yüreği işin içine katmanız gerekiyor. Dolayısıyla Akıl , Emek ve Yürek sistemin Optimum Dengede kalmasını sağlıyor. Yani yaptığınız işte akıl varsa , emek varsa , yürek varsa yani dengenizi koruyabiliyorsanız, yaptığınız bütün işler Optimum Dengeye varıyor.
Aklın düşmanı ; sığlık ve tepkisel düşünme yani cehalet ve tepkiselliktir. Emeğin düşmanı ; tembelliktir. Yüreğin düşmanıysa ; ego ve açgözlülük. Kişi , bunları anlayacak ve yönetebilecek derinliğe ulaşabildiği zaman kendi içinde Optimum Dengeye ulaşıyor. Bunu nerede yaparsanız yapın sistem Optimum Dengede oluyor.
Optimum Denge bir sistemin hem fonksiyonel olması, yani işini yapması hem de sürdürülebilir olması yani kalıcı olması anlamına geliyor. Bu ikisini yapabilmenin yolu BİLGELİK ten geçiyor.
İşte bu dördünü bir araya getirdiğinizde, yaşamdaki en temel sorunların cevaplarını bulmaya başlıyorsunuz. Ama bunları bir araya getirmek için yüzlerce dinamiği doğru oturtmak , bunların ilişkisini doğru oturtmak gerekiyor. Bu size zor geliyorsa sadece şunu bilin yeter (!)
İşin içinde AKIL , EMEK , YÜREK varsa bu doğru bir iştir. Ama birinden biri itiraz ediyorsa tekrar tekrar düşünün. Eğer çelişki hala bitmiyorsa;
Önceliği YÜREK’e verin.
Sonra AKIL
En son EMEK gelmeli…
DUYGULAR
ODM’ye göre duygular haritamızın temel yapıtaşıdır.
Duygular konusunda akademisyen James Russel’ın çalışması ODM ile benzerlik gösteren nadir çalışmalardandır. Russel farklı toplumlarda kültürlere göre duyguların değişip değişmediğini araştırmıştır ve temelde ortak olduklarını bulmuştur. 1980’de bunları bir + etrafında toplamış ve ‘’circumplex model’’ adını vermiştir. Tamer Dövücü de ODM’yi geliştirirken neredeyse aynı sonuçlara varmıştır.
Biz ODM’de duyguları bilme ve yapa-bilme ve daha sonra da olma mekanizmasının özü olarak alıyoruz. Önceki bölümlerde bilmenin öğrenmeyle ilişkisinde bahsedildiği gibi kişi bir bilinçaltı öğrenme sırasında önce deneyimi yaşar. Sonra bu deneyimi temel duygudan birine göre tekrar kategorize eder. Böylece deneyimin kendisine ne hissettirdiğini, o deneyimi tekrar yaşamak isteyip istemediğini bilir. Bu da bir sonraki adımda onun yeteneklerini oluştururken lazım olur.
Bahsettiğimiz 24 duygudan 4’ü ise daha özeldir. Bunlar ODM’ye göre insan doğasının temel çekicileridir.
Bunlar içinde ‘’hırs’’ bizi başarıya götüren duygudur. Hırsın bir üst aşaması olan ‘’flow’’ İngilizce ‘’akış’’ demektir ve temelde meydan okuma ve ustalığın bir kesişmesi olarak kabul edilir.
‘’Flow’’ başarının tanımı olup başarı da mutluluğun bir ayağıdır. Buna göre başarılı insanlar temelde flow peşinde koşarlar. Çünkü kişinin yeteneklerini zorlayarak bir şeyi başarmaktan aldığı haz en yüksek hazdır. Çünkü kişi bu duyguyu kendisiyle eşleştirir ve başka bir ifadeyle kişiselleştirir.
Flow bir süre sonra kişinin kendi anlamını oluşturmaya başlar. Bu aşamada kendini değerli hissetmenin yolunu açar. Bir süre sonra da egoyla birleşir ve ‘’ben olmak’’ ya da ‘’bireysellikle’’ eş anlamlı hale gelir.
‘’Flow’’un içedönük karşıtı ise ‘’huzur’’dur. Huzur sakinliği ve uyumluluğu anlatır. Huzur egonun da tam tersine doğru gider. Bu ‘’ben’’ yerine ‘’biz’’e doğru gidiştir. Kişinin kendinden daha büyük bir bütünle birleşmesşne gider.
Flow’un karşıtı ise ‘’apathy’’ ya da ‘’hissizlik’’tir. Kişinin duyguları hissetmediği bir durumdur. Bu da bir süre sonra değersizlik duygusuna dönüşür.
‘’Korku’’ ise dğer bir önemli duygudur. Temelde hayatta kalmayı hedefler. Devamlılık halinde kaygıya dönüşür.
Bu 4 temel duygu ODM’nin 4 karesinin de temelidir.
Yani insanların tüm davranışlarını belirleyen bu 24 temel duygudur. Bunların 4 tanesi de ana ‘’çekici’’lerdir.
Duygularımızı görmek için
tıklayınız
İLİŞKİLER
SOSYAL MEDYA
Sahip Olmak ve Dinamikleri...
Sahip olmak hayatta en temel dinamiklerden birisi olan "kaynaklar"la ilişkilidir ve biyolojik olarak hayatta kalmak için kaynaklara sahip olma zorunluluğundan gelir. Bu yüzden canlılar belirledikleri alandaki kaynaklar için güç mücadelesi verirler...
Peki psikolojik olarak "sahip olmayı" ne kadar anlayabildik sizce?
ODM’de biz kavramları dinamiklerden oluşan sistemler olarak görüyoruz. Sahip olmanın bazı dinamiklerine gelince...
-Farkındalık; Nelere sahip olunabilir nelere olunamaz. Örneğin insanlara, mutluluğa ya da zamana sahip olabilir miyiz? Ya da nelere parayla sahip olunabilir nelere olunamaz? Ya da aslında sahip olduğumuzu sandıklarımız mı bize sahip oluyor?..
Bu sorulara yanlış cevap verirseniz tüm o çabalar boşa gidecektir...
-Kazanmak; Sahip olacağınız şeyi önce kazanmanız gerekir. Bu bir düzenleyici sistem kurmayı, fırsatları görebilmeyi ve asgari de olsa kaynaklara ulaşabilmeyi gerektirir. Onun için de doğru bilgi, doğru eylem, motivasyon gerekir... Rekabet gücü gerekir... Fonksiyonellikle mi yoksa ilişkiyle mi kazanmayı seçiyorsunuz?.. Haketmeden kazanmak sizi bozar mı?..
Kazanmadığınız, bedelini ödemediğiniz şeye gerçekte sahip olamazsınız. Kolayına kaçmak isteyenlere göre değildir sahip olmak. Bu kişiler bir süre sonra dikkat etmezlerse çok şeye sahip olayım derken satılık olmaya başlarlar...
-Harcamak; Kazandığımızın ne kadarını ve nereye harcamalıyız? Gerçek ihtiyaçlarımız neler? Ayrıca kazanma-harcama dengesini nasıl kuracağız? Birikim ne kadar yapmalıyız?..
Doğru harcamayı bilmiyorsanız kazanmak yetmez. Çoğu kişi bu yüzden iflas eder...
-Değerini Bilmek; Kazandıklarımız ya da bedelsiz sahip olduklarımızın değerini biliyor muyuz? Daha önemlisi sınırlı enerjimizi hangilerine ayıracağımızı biliyor muyuz? Yani önceliklendirebiliyor muyuz?.. Örneğin eşyalar mı önemlidir, sevdiklerinizle zaman geçirmek mi ya da öğrenme içeren deneyimler mi?..
Öncelikleriniz yanlışsa küçük şeylerin peşinden koşarken çok daha önemlilerini kaçırırsınız... Bir de birşeyin fiyatıyla değerini karıştırmamayı öğrenin...
-Korumak; Sahip olduklarımızı nasıl koruyacağız? Bunu yapmayı biliyor muyuz? Gücümüz yetiyor mu?
Yoksa çok zor kazandıklarımız kolayca elimizden kaçıyor mu?..
Korumayı bilmiyorsanız kazanmak için o kadar uğraşa ne gerek var?..
-Yeter Diyebilmek; Sahi ne kadarı yeter? Durmayı biliyor muyuz?
Kendinizi tanımıyorsanız ne kadar yettiğini bilemezsiniz...
-Keyfini Çıkarmak; Sahip olan mı zengindir yoksa keyfini çıkaran mı?
Hayat bir dengedir ve hızlı geçer. Bunu anlamazsanız siz çalışırsınız keyfini başkaları sürer. Bazen de sahip olmak değil kiralamak iyidir...
-Verebilmek; Sahip olduklarımızın ne kadarını verebiliyoruz ya da paylaşabiliyoruz?..
Verebildiklerimiz ya da paylaşabildiklerimiz kadarına sahibiz ancak...
-Değerlendirmek; Kazandığınız şeylerden kazanmayı biliyor musunuz? Mesela doğru yatırım yapmayı...
Bir noktadan sonra bunu da öğrenmek gerekiyor. Vizyon burada gerekiyor...
-Kıyaslamak; Başkalarının sahip olduklarıyla elimizdekileri mi kıyaslıyoruz, yoksa geçmişte sahip olduklarımızla bugünküleri mi?...
Kıyaslamak bizi motive eder ama fazlası hep mutsuzluktur...
-Bırakabilmek; Vakti geldiğinde bırakabiliyor musunuz? Bir kimliği, bir mülkü, bir ünvanı, bir insanı, emek verdiğiniz bir şeyi?...
Bu da bizi Yunus Emre’ye getiriyor;"Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi"...
-...
Gördüğünüz gibi hepimiz birey, aile, iş yaşamı veya toplumsal olarak sahip olma kavramıyla iç içeyiz ama pek azımız bu dinamikleri doğru anlamayı ve gereken doğru yetenekleri geliştirmeyi başarabiliyoruz...
Umarım yaşarken hayatı anlama ve hakkını verme fırsatını buluruz...
Sevgiler. Tamer
Sevg
Sahip Olmak ve Dinamikleri...
Sahip olmak hayatta en temel dinamiklerden birisi olan "kaynaklar"la ilişkilidir ve biyolojik olarak hayatta kalmak için kaynaklara sahip olma zorunluluğundan gelir. Bu yüzden canlılar belirledikleri alandaki kaynaklar için güç mücadelesi verirler...
Peki psikolojik olarak "sahip olmayı" ne kadar anlayabildik sizce?
ODM’de biz kavramları dinamiklerden oluşan sistemler olarak görüyoruz. Sahip olmanın bazı dinamiklerine gelince...
-Farkındalık; Nelere sahip olunabilir nelere olunamaz. Örneğin insanlara, mutluluğa ya da zamana sahip olabilir miyiz? Ya da nelere parayla sahip olunabilir nelere olunamaz? Ya da aslında sahip olduğumuzu sandıklarımız mı bize sahip oluyor?..
Bu sorulara yanlış cevap verirseniz tüm o çabalar boşa gidecektir...
-Kazanmak; Sahip olacağınız şeyi önce kazanmanız gerekir. Bu bir düzenleyici sistem kurmayı, fırsatları görebilmeyi ve asgari de olsa kaynaklara ulaşabilmeyi gerektirir. Onun için de doğru bilgi, doğru eylem, motivasyon gerekir... Rekabet gücü gerekir... Fonksiyonellikle mi yoksa ilişkiyle mi kazanmayı seçiyorsunuz?.. Haketmeden kazanmak sizi bozar mı?..
Kazanmadığınız, bedelini ödemediğiniz şeye gerçekte sahip olamazsınız. Kolayına kaçmak isteyenlere göre değildir sahip olmak. Bu kişiler bir süre sonra dikkat etmezlerse çok şeye sahip olayım derken satılık olmaya başlarlar...
-Harcamak; Kazandığımızın ne kadarını ve nereye harcamalıyız? Gerçek ihtiyaçlarımız neler? Ayrıca kazanma-harcama dengesini nasıl kuracağız? Birikim ne kadar yapmalıyız?..
Doğru harcamayı bilmiyorsanız kazanmak yetmez. Çoğu kişi bu yüzden iflas eder...
-Değerini Bilmek; Kazandıklarımız ya da bedelsiz sahip olduklarımızın değerini biliyor muyuz? Daha önemlisi sınırlı enerjimizi hangilerine ayıracağımızı biliyor muyuz? Yani önceliklendirebiliyor muyuz?.. Örneğin eşyalar mı önemlidir, sevdiklerinizle zaman geçirmek mi ya da öğrenme içeren deneyimler mi?..
Öncelikleriniz yanlışsa küçük şeylerin peşinden koşarken çok daha önemlilerini kaçırırsınız... Bir de birşeyin fiyatıyla değerini karıştırmamayı öğrenin...
-Korumak; Sahip olduklarımızı nasıl koruyacağız? Bunu yapmayı biliyor muyuz? Gücümüz yetiyor mu?
Yoksa çok zor kazandıklarımız kolayca elimizden kaçıyor mu?..
Korumayı bilmiyorsanız kazanmak için o kadar uğraşa ne gerek var?..
-Yeter Diyebilmek; Sahi ne kadarı yeter? Durmayı biliyor muyuz?
Kendinizi tanımıyorsanız ne kadar yettiğini bilemezsiniz...
-Keyfini Çıkarmak; Sahip olan mı zengindir yoksa keyfini çıkaran mı?
Hayat bir dengedir ve hızlı geçer. Bunu anlamazsanız siz çalışırsınız keyfini başkaları sürer. Bazen de sahip olmak değil kiralamak iyidir...
-Verebilmek; Sahip olduklarımızın ne kadarını verebiliyoruz ya da paylaşabiliyoruz?..
Verebildiklerimiz ya da paylaşabildiklerimiz kadarına sahibiz ancak...
-Değerlendirmek; Kazandığınız şeylerden kazanmayı biliyor musunuz? Mesela doğru yatırım yapmayı...
Bir noktadan sonra bunu da öğrenmek gerekiyor. Vizyon burada gerekiyor...
-Kıyaslamak; Başkalarının sahip olduklarıyla elimizdekileri mi kıyaslıyoruz, yoksa geçmişte sahip olduklarımızla bugünküleri mi?...
Kıyaslamak bizi motive eder ama fazlası hep mutsuzluktur...
-Bırakabilmek; Vakti geldiğinde bırakabiliyor musunuz? Bir kimliği, bir mülkü, bir ünvanı, bir insanı, emek verdiğiniz bir şeyi?...
Bu da bizi Yunus Emre’ye getiriyor;"Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi"...
-...
Gördüğünüz gibi hepimiz birey, aile, iş yaşamı veya toplumsal olarak sahip olma kavramıyla iç içeyiz ama pek azımız bu dinamikleri doğru anlamayı ve gereken doğru yetenekleri geliştirmeyi başarabiliyoruz...
Umarım yaşarken hayatı anlama ve hakkını verme fırsatını buluruz...
Sevgiler. Tamer
Sahip Olmak ve Dinamikleri...
Sahip olmak hayatta en temel dinamiklerden birisi olan "kaynaklar"la ilişkilidir ve biyolojik olarak hayatta kalmak için kaynaklara sahip olma zorunluluğundan gelir. Bu yüzden canlılar belirledikleri alandaki kaynaklar için güç mücadelesi verirler...
Peki psikolojik olarak "sahip olmayı" ne kadar anlayabildik sizce?
ODM’de biz kavramları dinamiklerden oluşan sistemler olarak görüyoruz. Sahip olmanın bazı dinamiklerine gelince...
-Farkındalık; Nelere sahip olunabilir nelere olunamaz. Örneğin insanlara, mutluluğa ya da zamana sahip olabilir miyiz? Ya da nelere parayla sahip olunabilir nelere olunamaz? Ya da aslında sahip olduğumuzu sandıklarımız mı bize sahip oluyor?..
Bu sorulara yanlış cevap verirseniz tüm o çabalar boşa gidecektir...
-Kazanmak; Sahip olacağınız şeyi önce kazanmanız gerekir. Bu bir düzenleyici sistem kurmayı, fırsatları görebilmeyi ve asgari de olsa kaynaklara ulaşabilmeyi gerektirir. Onun için de doğru bilgi, doğru eylem, motivasyon gerekir... Rekabet gücü gerekir... Fonksiyonellikle mi yoksa ilişkiyle mi kazanmayı seçiyorsunuz?.. Haketmeden kazanmak sizi bozar mı?..
Kazanmadığınız, bedelini ödemediğiniz şeye gerçekte sahip olamazsınız. Kolayına kaçmak isteyenlere göre değildir sahip olmak. Bu kişiler bir süre sonra dikkat etmezlerse çok şeye sahip olayım derken satılık olmaya başlarlar...
-Harcamak; Kazandığımızın ne kadarını ve nereye harcamalıyız? Gerçek ihtiyaçlarımız neler? Ayrıca kazanma-harcama dengesini nasıl kuracağız? Birikim ne kadar yapmalıyız?..
Doğru harcamayı bilmiyorsanız kazanmak yetmez. Çoğu kişi bu yüzden iflas eder...
-Değerini Bilmek; Kazandıklarımız ya da bedelsiz sahip olduklarımızın değerini biliyor muyuz? Daha önemlisi sınırlı enerjimizi hangilerine ayıracağımızı biliyor muyuz? Yani önceliklendirebiliyor muyuz?.. Örneğin eşyalar mı önemlidir, sevdiklerinizle zaman geçirmek mi ya da öğrenme içeren deneyimler mi?..
Öncelikleriniz yanlışsa küçük şeylerin peşinden koşarken çok daha önemlilerini kaçırırsınız... Bir de birşeyin fiyatıyla değerini karıştırmamayı öğrenin...
-Korumak; Sahip olduklarımızı nasıl koruyacağız? Bunu yapmayı biliyor muyuz? Gücümüz yetiyor mu?
Yoksa çok zor kazandıklarımız kolayca elimizden kaçıyor mu?..
Korumayı bilmiyorsanız kazanmak için o kadar uğraşa ne gerek var?..
-Yeter Diyebilmek; Sahi ne kadarı yeter? Durmayı biliyor muyuz?
Kendinizi tanımıyorsanız ne kadar yettiğini bilemezsiniz...
-Keyfini Çıkarmak; Sahip olan mı zengindir yoksa keyfini çıkaran mı?
Hayat bir dengedir ve hızlı geçer. Bunu anlamazsanız siz çalışırsınız keyfini başkaları sürer. Bazen de sahip olmak değil kiralamak iyidir...
-Verebilmek; Sahip olduklarımızın ne kadarını verebiliyoruz ya da paylaşabiliyoruz?..
Verebildiklerimiz ya da paylaşabildiklerimiz kadarına sahibiz ancak...
-Değerlendirmek; Kazandığınız şeylerden kazanmayı biliyor musunuz? Mesela doğru yatırım yapmayı...
Bir noktadan sonra bunu da öğrenmek gerekiyor. Vizyon burada gerekiyor...
-Kıyaslamak; Başkalarının sahip olduklarıyla elimizdekileri mi kıyaslıyoruz, yoksa geçmişte sahip olduklarımızla bugünküleri mi?...
Kıyaslamak bizi motive eder ama fazlası hep mutsuzluktur...
-Bırakabilmek; Vakti geldiğinde bırakabiliyor musunuz? Bir kimliği, bir mülkü, bir ünvanı, bir insanı, emek verdiğiniz bir şeyi?...
Bu da bizi Yunus Emre’ye getiriyor;"Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi"...
-...
Gördüğünüz gibi hepimiz birey, aile, iş yaşamı veya toplumsal olarak sahip olma kavramıyla iç içeyiz ama pek azımız bu dinamikleri doğru anlamayı ve gereken doğru yetenekleri geliştirmeyi başarabiliyoruz...
Umarım yaşarken hayatı anlama ve hakkını verme fırsatını buluruz...
Sevgiler. Tamer
Sahip Olmak ve Dinamikleri...
Sahip olmak hayatta en temel dinamiklerden birisi olan "kaynaklar"la ilişkilidir ve biyolojik olarak hayatta kalmak için kaynaklara sahip olma zorunluluğundan gelir. Bu yüzden canlılar belirledikleri alandaki kaynaklar için güç mücadelesi verirler...
Peki psikolojik olarak "sahip olmayı" ne kadar anlayabildik sizce?
ODM’de biz kavramları dinamiklerden oluşan sistemler olarak görüyoruz. Sahip olmanın bazı dinamiklerine gelince...
-Farkındalık; Nelere sahip olunabilir nelere olunamaz. Örneğin insanlara, mutluluğa ya da zamana sahip olabilir miyiz? Ya da nelere parayla sahip olunabilir nelere olunamaz? Ya da aslında sahip olduğumuzu sandıklarımız mı bize sahip oluyor?..
Bu sorulara yanlış cevap verirseniz tüm o çabalar boşa gidecektir...
-Kazanmak; Sahip olacağınız şeyi önce kazanmanız gerekir. Bu bir düzenleyici sistem kurmayı, fırsatları görebilmeyi ve asgari de olsa kaynaklara ulaşabilmeyi gerektirir. Onun için de doğru bilgi, doğru eylem, motivasyon gerekir... Rekabet gücü gerekir... Fonksiyonellikle mi yoksa ilişkiyle mi kazanmayı seçiyorsunuz?.. Haketmeden kazanmak sizi bozar mı?..
Kazanmadığınız, bedelini ödemediğiniz şeye gerçekte sahip olamazsınız. Kolayına kaçmak isteyenlere göre değildir sahip olmak. Bu kişiler bir süre sonra dikkat etmezlerse çok şeye sahip olayım derken satılık olmaya başlarlar...
-Harcamak; Kazandığımızın ne kadarını ve nereye harcamalıyız? Gerçek ihtiyaçlarımız neler? Ayrıca kazanma-harcama dengesini nasıl kuracağız? Birikim ne kadar yapmalıyız?..
Doğru harcamayı bilmiyorsanız kazanmak yetmez. Çoğu kişi bu yüzden iflas eder...
-Değerini Bilmek; Kazandıklarımız ya da bedelsiz sahip olduklarımızın değerini biliyor muyuz? Daha önemlisi sınırlı enerjimizi hangilerine ayıracağımızı biliyor muyuz? Yani önceliklendirebiliyor muyuz?.. Örneğin eşyalar mı önemlidir, sevdiklerinizle zaman geçirmek mi ya da öğrenme içeren deneyimler mi?..
Öncelikleriniz yanlışsa küçük şeylerin peşinden koşarken çok daha önemlilerini kaçırırsınız... Bir de birşeyin fiyatıyla değerini karıştırmamayı öğrenin...
-Korumak; Sahip olduklarımızı nasıl koruyacağız? Bunu yapmayı biliyor muyuz? Gücümüz yetiyor mu?
Yoksa çok zor kazandıklarımız kolayca elimizden kaçıyor mu?..
Korumayı bilmiyorsanız kazanmak için o kadar uğraşa ne gerek var?..
-Yeter Diyebilmek; Sahi ne kadarı yeter? Durmayı biliyor muyuz?
Kendinizi tanımıyorsanız ne kadar yettiğini bilemezsiniz...
-Keyfini Çıkarmak; Sahip olan mı zengindir yoksa keyfini çıkaran mı?
Hayat bir dengedir ve hızlı geçer. Bunu anlamazsanız siz çalışırsınız keyfini başkaları sürer. Bazen de sahip olmak değil kiralamak iyidir...
-Verebilmek; Sahip olduklarımızın ne kadarını verebiliyoruz ya da paylaşabiliyoruz?..
Verebildiklerimiz ya da paylaşabildiklerimiz kadarına sahibiz ancak...
-Değerlendirmek; Kazandığınız şeylerden kazanmayı biliyor musunuz? Mesela doğru yatırım yapmayı...
Bir noktadan sonra bunu da öğrenmek gerekiyor. Vizyon burada gerekiyor...
-Kıyaslamak; Başkalarının sahip olduklarıyla elimizdekileri mi kıyaslıyoruz, yoksa geçmişte sahip olduklarımızla bugünküleri mi?...
Kıyaslamak bizi motive eder ama fazlası hep mutsuzluktur...
-Bırakabilmek; Vakti geldiğinde bırakabiliyor musunuz? Bir kimliği, bir mülkü, bir ünvanı, bir insanı, emek verdiğiniz bir şeyi?...
Bu da bizi Yunus Emre’ye getiriyor;"Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi"...
-...
Gördüğünüz gibi hepimiz birey, aile, iş yaşamı veya toplumsal olarak sahip olma kavramıyla iç içeyiz ama pek azımız bu dinamikleri doğru anlamayı ve gereken doğru yetenekleri geliştirmeyi başarabiliyoruz...
Umarım yaşarken hayatı anlama ve hakkını verme fırsatını buluruz...
Sevgiler. Tamer